Onuncu Köyün Garantisi Yok

Dokuz tane köyden kovuluyorsak, sorun köyde, köylüde değil tam da bizde demektir….

Bir sabah yarı uyanık, yarı uykulu Sarıyer’den Levent’e kadar gelip, çalıştığım şirketin bize gösterdiği otoparka arabamı park ettim. İndiğimde karşımda bizim şirkette bir yıl önce işe başlayan bir çalışma arkadaşım vardı. Park edip neredeyse aynı anda arabalarımızdan indik. Göz göze geldik. “Günaydın” dedim. Kesinlikle duydu ama kafasını çevirip yürüdü, gitti. Bir süre öylece bekledim. Bana kızgın mıydı? Dargın mıydı? Bir şey olmuştu da ben mi hatırlamıyordum? Hiçbiri. Ofise gidinceye kadar, otopark görevlisi, simitçi, plaza girişindeki 3 güvenlik görevlisi bana selam verdi de, aynı ofiste en az 8 saat yüz yüze baktığım çalışma arkadaşım günaydın demedi. Hemen yanına gidip sormadım açıkçası. “Kendi bilir, belki bir sorunu vardır” diye düşündüm. Birkaç gün sonra işle ilgili başkasının sorduğu soruyu toplantıda kullanabileceği en kaba kelimeleri seçerek yanıtladı. Herkes donup kaldı ve birbirimizin yüzüne “Ne oluyor bu adama?” diyen gözlerle bakınca, kendisi bizim sesli sormadığımız soruyu yanıtladı. “Ben böyleyim ve artık dürüst olmaya karar verdim. Asla rol yapmayacağım”.

Dürüstlük bu muydu? Kurumsal dünya, kurumların dünyası… Hani birçoğumuzun “Artık yeter, ben bu dünyanın insanı değilim, ben gökyüzünü görmek istiyorum” diyerek çıkmaya çalıştığımız dünya. Oysa esaretimizi kendimizin yarattığı, olmadığımız gibi davrandığımız, hiç görmeden sürüklenip gittiğimiz işimiz… Herkes rol yapmayı bırakıp olduğu gibi davranacağı, yani kendi kimliğine uygun bir iş bulsa, mutsuz çalışan sayısı azalır mı? Bence evet, ama kalıcı bir çözüm olmaz. Çünkü mutluluk da mutsuzluk da insanın kendi zihninde. Bunu fark etmek yine hep söylediğim gibi kendimizi tanımaktan geçiyor. Tanıyınca iyileşmeye, değişmeye adım atmakla başlıyor her şey. Sigorta, araba ve maaş için kendimizi bir ofis katındaki masaya değil, aslında 2 beden küçük bir gömleğin içine hapsediyoruz… Her gün sabahın köründe uyanıp, söylenerek o günün maskesini takıyor, gömleğin darlıktan kopan bir düğmesini daha dikerek ruhumuzu en az 8 saat kiralamak için ofise gidiyoruz. Tatillerde bile zihnimizi toparlayıp “Ben ne yapıyorum?” demeden kendimize dürüst olmak için zaman bile bulamıyoruz.

Kurumların kendi iletişim dili vardır, kıyafetleri vardır, hedefleri için seni giymeye zorladığı dar gömlekleri vardır. Ancak şunu görmemiz gerekir ki tüm bu defalarca kahır bela okuyarak gittiğimiz ofislerden çok şey öğrenir ve değişiriz. Gelişiriz. Diğer türü olsa, kendimiz gibi olduğumuz başka bir işte çalışsak, kurumsallıktan uzaklaşsak bir süre belki mutlu hissederiz ama orada herkes bizim gibidir, herkesin aynı olduğu bir yerde nasıl gelişebiliriz? Sadece konfor alanımızı pekiştirmek ve zihni oyalamaktan öteye gidemeyiz bence. O halde istemediğimiz bir yerde çalışıp ruhumuza kelepçe mi takalım? Tabii ki hayır. Bu olmadığımız biri gibi davranmak ve kendi karakterimize ihanet etmek değil elbette. Bir dengeyi bulabilmekten bahsediyor, değişimin ve manevi tatminin farkında olmaktan söz ediyorum.

Yoga yolunun 8 basamağı var ve ilk basamaktaki ilk kural şiddetsizlik iken, ikinci kural dürüstlük. Dürüst olmak kaba olmak demek değil kesinlikle. Bu nedenle şiddetsizlik dürüstlükten önce geliyor. Şiddetsizce dürüst olmayı öğrenmek önemli olan. Bunun için de önce kalbinin sevgiyi anlaması ve kabul etmesi gerekir, sonra da iletişim dilinin değişmesi. Herkesi sevmek zorunda mıyım? Sorusu gelir hemen ben bu konuyu anlatırken. Ben yıllar içinde öğrendim ki bu soruyu kalbinden geçirenler, herkesi sevmenin mümkün olmadığını düşünenler, olanı biteni devamlı kişiselleştirenlerdir. Hiçbir kötülük, hakaret veya eziyet

aslında sana yapılmıyor. O her ne ise, yapan kişinin çözmesi gereken bir konu, sen ise verdiğin tepkiden sorumlusun. Nezaketle, “Bir süre görüşmemek, ikimiz için de en doğrusu” diyerek ilişkiyi bitirebiliriz. Bilmeliyiz ki, çözmesi gereken kendisiyle ilgili sorunları vardır. Ama biz de karşımızdaki kişiye benzer şekilde yanıtlar verdiğimizde ne olur? Şiddet ortaya çıkar, şiddetten öfke yükselir ve öfke aklı yok eder, sevgiyi öldürür. Akıl ve kalbini kaybedersen zaten hayat biter. O zaman dürüstlük kavramına yeniden bakmak gerekir. İçinde şiddet barındıran hiçbir kelime, hiçbir davranış dürüstlük olamaz, hadsizlik ve kabalık olur. Bizim atasözümüz dürüstlüğü övmek için 9 köyden kovulmayı bile kabul etmeyi öğütlese de, ben kovulmaya gerek kalmadan dürüst olunmasından yanayım. Değil 9, bir köyden bile bu uğurda kovuluyorsan, sorun köyde değil sendedir. Örneğin, hırsızlık yapanların olduğunu bildiğin bir köyde bunu kanıtlayamadığın için köy meydanına çıkıp, “Allah hepinizin belasını versin!” diye bağırırsan kovulursun tabii. Daha dürüst insanların olduğunu düşündüğün bilmem kaçıncı köye gitsen, aynı kabalığı yapsan oradan da kovulursun… Bunun yerine, köy kahvesinde hırsızlık yapanlarla çay içerken “Allah gönlünüze göre versin” demek onları kendi kalpleriyle yüzleştirmez mi? Unutmamak gerekir ki kullandığımız kelimeler zihnimizi etkiliyor ve bizi değiştiriyor.

Bazen ailemiz, bazen kurumsal dünya, bazen de kitaplar, filmler… Öğreticinin kim olduğundan bağımsız, hayatı bize anlatanlara, değişmemizi sağlayanlara, olduğumuz yolun geçtiği her köye teşekkür eden bir kalple dürüstlük olsun yeni yılda. Birlik ve bütünlük olsun, bolluk ve bereket sağlıkla gelsin, kelimeler şiddet süzgecinden geçip dürüstlükle çıksın ağzımızdan.

İyi yıllar…

Yazar: Leyla Zerger Sidal


Önerilen yazılar