Ljubljana; tarihi mirası ve doğasıyla göze hitap eden bir şehir; enerjisini gençlerden alan bir başkent…
Minik, sevimli bir Orta Avrupa kasabası hayal edin. Şimdi içine Berlin’in ‘hip’ kafelerini, İngiltere’nin klasik pub’larını, Paris’in ihtişamlı binalarını ve arnavut kaldırımlı sokaklarını, Prag’ın Orta Çağ dokusunu yerleştirin. Ljubljana, ufak yüzölçümünde misafirlerini bunlar gibi birçok sürprizle ağırlayan bir başkent. Hakkında herkesin iyi kötü fikir sahibi olduğu, turist akınına uğrayan şehirlerden sıyrılıp, rotayı biraz daha az bilinen bir yere yönelttiğinizde keşif daha da keyifli hale geliyor her zaman. İşte Slovenya’nın başkenti Ljubljana’yla, önyargı ve beklentilerden arınmış, böyle bir ruh haliyle tanıştım.
Slovenya, Alplerle Adriyatik’in kavuştuğu bir noktada yer alıyor. Coğrafi olarak şanslı bir bölgede olmasının yanı sıra, yüzölçümünün yüzde 66’sını kaplayan ormanlarıyla Avrupa Birliği’nin orman örtüsü oranı en yüksek üçüncü ülkesi. Öyle ki aracımızla başkent Ljubljana’ya girmeden beş on dakika öncesine kadar bile sık bir ormanın içinden geçiyor yolumuz.
- Ljubljana Kalesi
- Üçlü Köprü
- Ljubljanica Nehri
Havaalanından çıkıp yemyeşil bir örtünün içinden ilerleyerek, ormanların içine, tepelerin yamaçlarına kurulmuş, her biri bir kartpostal fotoğrafı olabilecek kadar büyüleyici minik kasabaları seyrederek Ljubljana’ya varıyoruz. Şehri ilk görüşte beğenmemek olası değil. Şehir merkezi, Ljubljanica Nehri’nin çizdiği kavisin iki yakası boyunca uzanıyor; nehir boyunca sıralanan kafeler, restoranlar ve barlarıyla hayat, üzeri köprülerle bezenmiş nehrin kıyısında akıyor. Yemyeşil bir tepede ise, olan biteni sakin bir şekilde izleyen Ljubljana Kalesi’ni görüyoruz.
Yolumuzu kaybetme endişemiz sıfıra yakın; ne de olsa referans noktamız kale, şehrin her yerinden görünüyor, ana caddeler nehre paralel ilerliyor ve bir yandan da küçük, ama her bir köşesinde farklı bir sürpriz barındıran Ljubljana, yolumuzu kaybetmek için mükemmel bir yer.
Güneşli bir eylül sabahına uyanıp başkentin bol oksijenli, serin havasını ciğerlerimize bolca doldurduğumuza göre artık keşfe başlayabiliriz. Bu şehirde hiçbir şey gözünüze batmıyor, kalabalık turist grupları bile… Her ne kadar turist sayısı Venedik, Paris gibi şehirlerle henüz kıyas kabul etmese de, Avrupa’nın ortasındaki bu minik şehri keşfetmek isteyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor gibi görünüyor. Önce nehir boyunca şöyle bir yürüyoruz, Ljubljana’yı bir de nehirden izlemek isteyen turistleri gezdiren tekneler yanımızdan sakince geçip gidiyor.
Pembe Kilise’nin de yer aldığı Preseren Meydanı’na varınca, şehrin simgelerinden biri olan, benzersiz üçüz köprüyü de görmüş oluyoruz. Köprüden geçmeden önce, meydana ismini veren, romantizm akımının en ünlü Sloven şairi Franc Preseren’le ilgili romantik bir ayrıntıdan bahsedeyim: Meydandaki heykeliyle aynı yöne baktığımızda, bir binanın duvarında büyük aşkı Julija’yı sembolize eden kabartmayla göz göze geliyoruz. Preseren’i anmak için daha güzel bir yol olamazdı herhalde…
- Preseren Meydanı
- Preseren Meydanı
- Tellere Asılmış Ayakkabılar
Üçlü Köprü veya Tromostovje ise, Slovenya’nın bir başka ünlüsü, mimar Jože Plecnik’in şehre verdiği armağanlardan biri. 1800’lerde inşa edilen ilk köprü, 1930’larda yanlarına Plecnik tarafından eklenen iki yaya köprüsü ile eşsiz bir görünüme kavuşturulmuş. Artık üç köprü de yayalara ait. Köprüden geçerken bakışlarımızı biraz yukarı çevirince kalenin bize sunduğu en hoş fotoğraflardan biriyle karşılaşıyoruz. Şehrin nispeten daha modern olan tarafını arkamızda bırakıyor ve karşımızda Belediye Sarayı’nın yükseldiği Mestni Meydanı’na varıyoruz. Bu meydanın bir diğer simgesiyse Venedikli mimar Francesco Robba tarafından yapılan, Slovenya’nın en önemli üç nehrini simgelediğine inanılan Üç Carniola Nehri Çeşmesi. Kaleye doğru çıkan dar ve arnavut kaldırımlı Orta Çağ sokaklarına dalmadan ilerliyoruz. Mestni ve Stari caddeleri sağlı solu restoranlar, kafeler ve mağazalarla dolu. Hem binalar bu kadar güzel hem de ortam bu kadar hareketliyken etrafa bakına bakına yürümek harika. Binaların kimi art nouveau, kimi Orta Çağ kimi de barok tarzında; yani şehrin zengin tarihi, mimarisine de yansımış. Fakat şehrin kendisi ne kadar yaşlı da olsa, genç ve dinamik bir havasının olduğunu söylemek çok kolay. Nedeniyse bu minik şehri dolduran 50 bin üniversite öğrencisi kuşkusuz.
Keşif turumuzun bir sonraki durağıysa, şehrin simgesi ejderha heykelleriyle süslü Ejderha Köprüsü. Ljubljanica’nın altından sakince aktığı köprüden geçerken böylesine cıvıl cıvıl bir şehrin kendisine ejderha gibi tehditkar bir simge seçmesi tuhaf geliyor. Ama dedim ya, Ljubljana tezatlıklar şehri. Bir Avrupa kasabası sakinliğine, dinamik ve modern bir şehirden bekleyebileceğiniz pek çok şeyi sığdırabilmesi bunun en güzel kanıtı aslında…
- Pembe Kilise
Yürüyüş turuna bir mola vermenin zamanı geldi. Tabii ki seçimimiz nehir kıyısındaki kafelerden biri oluyor. Kafelerin her biri kendine özgü bir temaya sahip, kimisinin dekorasyonu çeşit çeşit kedi figürleriyle göze çarpıyor, kimisiyse açık pembe, retro sandalyeleriyle eski bir aşk filminden fırlamış gibi duruyor. Açık havada insanları, ağaçları, binaları ve elbette nehri izleyerek keyif yapmanın tadına doyum olmuyor; ancak yine harekete geçme zamanı.
Bu kez bisiklet kiralamaya karar veriyoruz, çünkü yolumuz biraz uzun, daha doğrusu Ljubjana kriterlerine göre uzun. Turist rehberlerinde adına mutlaka rastlayacağınız Metelkova’ya gidiyoruz. Burası Yugoslav ordusuna ait eski kışla binaları, ancak 1993’te ‘squat’ hareketiyle bağımsız bir sosyal alana dönüştürülüyor. Vardığımız anda kendimi Ljubljana’dan kilometrelerce uzağa ışınlanmış gibi hissediyorum. Post apokaliptik filmleri andıran ortam, ziyaret saatimizde bomboş. Geceleriyse her tarzda insanın, dünyanın dört bir yanından müziklerle özgürce eğlendiği bir merkeze dönüşüyor. Binaların her bir santimetrekaresini kaplayan grafitileri ve farklı sokak sanatı örneklerini incelemeye doyum olmuyor.
Şehirde gezerken birkaç yerde tellere asılmış eski ayakabılar görüyoruz. Bunun, bir öğrenci geleneği olduğunu öğrendiğimiz için şaşırmıyoruz. Üniversiteyi bitiren öğrenciler, ayakkabılarını şehrin bazı yerlerinde bulunan tellere asarak, kendilerinden bir parçayı geride bırakmış oluyorlar. Ljubljana’nın insanda yarattığı yakınlık hissini daha güzel anlatan bir örnek olamaz herhalde.
- Üçüz Köprü
Akşam yemeği için kaledeki restoranı seçiyoruz. Kaleye çıkan bir füniküler de var, ancak sokakların ve biz tırmandıkça gözümüzün önünde daha da büyüyen muhteşem şehir manzarasının tadını çıkarmaya karar veriyoruz. Zorlu tırmanışın ödülü, meşhur Sloven şarapları eşliğinde, güzel bir yemek oluyor. Hava karardığı için şehri kaleden izleme şansımız pek olmuyor. Yemekten sonra yeniden merkeze inip, bu kez şehrin gençlerinin arasına karışıyoruz. Şarapları kadar craft biraları da iddialı Ljubljana’nın.
Burada sanki herkes birbirini tanıyor gibi, bu samimi atmosfer sizi hemen sarmalıyor ve siz de kendinizi sanki uzun süredir burada yaşıyormuş gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Gün içinde dolaşırken gördüğünüz insanları yeniden görmek hiç şaşırtıcı olmuyor.
Avrupa’nın bu minik başkentiyle tanışmak umduğumdan daha fazla hoşuma gidiyor. Ljubljana’ya yolum nasıl düşecek demeyin, Venedik, Zagreb, Viyana gibi birçok şehre birkaç saat uzaklıkta yalnızca. Kendini önceden sevdirme gibi bir iddiası olmayan mütevazi güzel Ljubljana’ya, zaten görür görmez kanınızın kaynayacağı kesin. Şehrin genel havasını keşfetmekse fazla vaktinizi almayacak, böylece ince detaylarına, her adımda sunduğu farklı manzaralara ve güzelliklere yoğunlaşabilecek, kocaman bir şehri hızla gezmek yerine küçük bir şehirle sindire sindire tanışmanın keyfine varacaksınız. Ve emin olun Ljubljana size, ona harcadığınız her saniyenin karşılığını fazlasıyla vermeye hazır olacak.