Geçmişte ya da bugün yaşadıklarınızı bir travma olarak adlandırmadan önce, zihninizin algısını değiştirebilir, hayatı tüm olanı biteniyle bir bütün olarak kabul edebilirsiniz.
Bugünlerde travma sözcüğü o kadar çok çarpıyor ki kulağıma, kelime kendini adeta büyüttükçe büyüttü; dev bir travma yumağı oldu geçmişimiz. Çocukluk travmaları gündemde mesela… Sevgisizlik, akran şiddeti, yalnız bırakılmış çocuklar o hale geldi ki; dönemin anneleri hep suçlu. Kendi gerçeklikleri ile çocuk yetiştiren annelerden bugünün yetişkinleri sürekli hesap soruyor. Dünün doğruları dün doğruydular bana göre, bugünün yanlışı olmak zorunda değiller. Geçmişten bugüne değişerek gelen gerçekler ille de hata ya da yanlış olarak tanımlanmamalı.
Bu hesaplaşmalar için de, faydaları henüz herkes tarafından onaylanmamış olsa da, çok popüler yollar var. Mesela aile dizimi… Katılmadığım ve derin bilgilere sahip olmadığım bir şeyi eleştirmek istemiyorum ama işin uzmanına teslim olup olmadığımızı sorgulamak gerek diyerek bu konuyu kenara bırakıyorum. Neticede, bugün hepimizin geçmişini kalıplara sokup, ipin ucunu en derine gömerek bol düğümlü birer yumak yaptılar ve kucağımıza travma olarak bıraktılar. Bakıyoruz öyle yumağımıza çözdükçe düğümleniyor, düğümlendikçe yumak büyüyor ve birkaç seans sonra kenara kaldırıyoruz.
Travmanın tıptaki ve psikolojideki tanımları belli. Ben kendisine üstesinden gelemediğimiz fiziksel ya da ruhsal yaralanmalar dersem çok da yanlış olmaz sanırım. Burada konu tam olarak üstesinden gelmek.
Yeni yürümeye başlayan çocuğu düştüğünde günümüz anneleri ne yapıyor hiç dikkat ettiniz mi? “Ahh” demiyor, içi yansa da koşup kaldırmaya çalışmıyor, tam tersi bu düşüşü normalleştiriyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Anne çocuğunun gözünün içine baksa, üzülse, çocuk hemen ağlamaya başlıyor; kendini acınası bir durumda olduğuna ikna ediyor o anda. Daha çok ağlıyor yapamadığına. Anne durumu doğallaştırdığında ise çocuk yeniden kalkıp yürüyor. O zaman kendimiz üstesinden gelmeye çalışınca güçleniyoruz dersek yanlış olmaz. Çocuk “Düştüm ve bu bir travma,” demiyor, defalarca kalkıp düşüyor, sonunda da yürüyor. Bebekler bazı açıklamalara göre ilk travmalarını doğum anında yaşıyormuş. Sonra hayatın içine dahil oldukça bunun üstesinden geliyorlarmış. Kısaca, insanoğlunun iki ayak üstüne kalkışı farklı sorunlar olmadığı sürece, yüzlerce düşüş içerse de travma sayılmıyor. Bana göre doğum hali dahil birçok başımıza geleni “şok” diye isimlendirmek daha doğru.
Bilirsiniz uçakların kalkışındaki ilk üç, inişteki son sekiz dakika acil durum sayılır. Bu sürelerde hostesler yerlerinde bağlıdır ve aralarında konuşmamalı, farklı şeylerle ilgilenmemelidir. Çünkü acil durum gerçekleşirse hangi kapıyı açacağını, yolcuya ne komut vereceğini zihninde tekrarlar ve kendini hazırlar.
Bu örnek tabii ki sürekli tetikte yaşayalım demek değil. Yapılan deneyler hazır olmayan zihnin şoka girdiğini, bu acil duruma hazır olan zihnin ise süreci yönettiğini kanıtlıyor. Bu bilgi ile de yola çıkınca şok, travmanın öncüsüdür diyebiliyoruz. O zaman zihnin yaşayacaklarımıza hazır olması bizi şoktan ve travmadan korur diye basit bir mantık geliştiriyorum. Bu durumda zihnin yapısı üstesinden gelme için eğitilebilir. Yani meditasyon ile zihni, algıladığımız gerçeklik boyutunda değiştirmek mümkün.
Arkadaşlarım, öğrencilerim ve çevremdeki insanların %90’ı benim çok güçlü olduğumu söyler. Sanki onları deviren rüzgarlar bana meltem esiyormuş gibi davranırlar. Oysa ben içeride o kadar da güçlü hissetmem kendimi. Aşırı duygusal, melankolik hallerim de vardır, dağlara göz kırpıp var mısın dik durmaya diye rekabete davet ettiğim anlar da… Tıpkı hepimiz gibi, hayatın getirdiği güne, ana göre yaşarım. An ne hissettiriyorsa onu keşfedebilmeyi ve keyif almayı da yogadan öğrendim.
Mesela eskiden Eylül ayında Bodrum’a tatile gideceğimi bilmek zihnimi Eylül’e esir kılardı. Yani Temmuz’da bu kararı verdiysem hem güzelim Temmuz hem de Ağustos’un her günü, dakikası boşa geçer, ben hep Eylül’ü beklerdim. Keyfini alacağım onca anı geçiştirirdim. Gittiğim güzel yerler, evdeki sevgi dolu kahvaltılar, atılan kahkahalar, sevdiğimle göz göze geldiğim anlar bile geçici, önümde beni bekleyen Eylül kalıcı olurdu zihnimde. Çünkü Eylül’de Bodrum’da onu yapacaktım, buraya gidecektim, şunu görecektim. Oysa şimdi Eylül’de Bodrum’a gideceğim zaman, Temmuz’da elimdeki kahvenin aromasının tadını çıkarabiliyorum. Her anın farkında olma hali zihnimde hak ettiği yere ulaşıyor böylece.
Peki ne ilgisi var bunun travma ile? Kahve aromasının da anlık ve geçici olduğu bilinci ile yaşıyor insan biraz yoga öğrenince. “Her mutluluk da mutsuzluk da geçiyor,” diyor zihnin. Böylece sadece mutluluk peşinde koşmamaya başlıyorsun. Mutluluğu, mutsuzluğun doğurduğu gerçeği zihninde iki kavramın da eşit etki bırakmasını izliyorsun.
Böylece üstesinden gelecek bir durum kalmıyor aslında. Yaşadığın geçmiş dahil her şokun, zorluğun seni sen yaptığını, eşsizleştirdiğini, güçlendirdiğini kabul ediyorsun. Üzücü bir olay mı, şok mu yoksa travma mı yaşadığını ayırt edebilme yetkinliğini kazanıyorsun. Tabii ki bu bize yaşadığımız şeyin tanımını da getiriyor. Gerçekten bir travma yaşıyorsak, yani üstesinden gelemiyorsak, o zaman uzmanlardan yardım almak en doğrusu değil mi? Çünkü diğer türlü, yaşadığımız her zorluğu travma olarak isimlendirdiğimizde zihnimizi de ikna ediyor, kendi el yordamımızla kendi travma yumaklarımızı yaratıp kendi kucağımıza bırakıyoruz.
İşte bu gerçekle tüm dünya meditasyon (mindfulness, soulfulness) gibi kavramlar üzerinde bu denli çok çalışıyor. Oysa günde sadece 15 dakika ayırıp kendi zihnimizi ve ruhumuzu izlersek hayat, travmaları, şokları, tüm olanı biteni ile bir bütün olarak gülümsüyor bize. Göz kırpıyor “Gel ve sadece yaşa,” diye. Son olarak Bora Ercan hocamın sık sık kullandığı bir sözle bitirmek istiyorum; “Yapmayabiliyorsan yapma”.
Sevgiyle…